CineRadar
15 Ağu 2014 12:49 Son Güncelleme: 23 Kas 2018 16:34

Sesimi duyan yapımcı var mı?

Filmstudio17 Ağustos depremini unutmadı. Müjde Işıl’ın hazırladığı ‘Sinema ve Televizyonda Deprem Gerçeği’ aşağıdan okuyacağınız gibi www.filmstudiodd.com adresinden de okuyabilirsiniz.

SİNEMA VE TELEVİZYONDA DEPREM GERÇEĞİ
 
SESİMİ DUYAN (YAPIMCI) VAR MI?
 
Sosyal ve ekonomik yaşantımızı derinden sarsan 17 Ağustos Marmara Depremi, kültürel hayatımızı nasıl etkiledi? Deprem gerçeğini etraflıca ele alan filmler, diziler, belgeseller yapıldı mı? Dosyamızda bu sorunun cevabını araştırdık ve sonuçları, yurt dışındaki örneklerle karşılaştırdık.
 
Ülkemiz, fay hatlarının tam üstünde yer alsa da bu doğal afet, sinemamızın ilgisine pek mazhar olmadı. Şerif Gören’in yönettiği, 1976 yapımı “Deprem”de Türkan Şoray ve Kadir İnanır aşkına motif; Atıf Yılmaz’ın yönettiği “Değirmen”de de politik mizah öğesi olarak kullanıldı örneğin... 
Tarihi boyunca büyük depremler geçiren bu topraklarda, pek çok acı gerçek gibi deprem de unutuldu, ta ki bir sonraki büyük felakete dek... Sadece Cumhuriyet döneminin başında bile Erzincan ve Bolu gibi büyük depremlere sahne olan ülkemiz, 1999’da bir kez daha bu acıyı yaşadı. 17 Ağustos 1999 sabahı, saat 03:02'de meydana gelen 7,4 büyüklüğündeki Marmara Depremi 45 saniye sürdü. 20 bine yakın ölüm, 50 bine yakın yaralanmayla sonuçlandı.
Bu büyük trajedinin toplumsal hayatımıza pek çok etkisi oldu. Karşımıza bitmek bilmeyen ‘deprem vergileri’ çıktı. AKUT’un varlığından haberdar olduk. Depremin değil, binaların öldürdüğünü idrak ettik. Ve depremle yaşamayı öğrenmemiz gerektiğini de... ‘Sesimi duyan var mı?’ sorusunu hiç sormayacağımız günler diledik.  
 
HOLLYWOOD’UN KEHANETİ GERÇEKLEŞTİ
 
İlk olarak, depremden 2 yıl öncesine dönelim. Mel Gibson’ın başrolünde oynadığı, 1997 yapımı “Conspiracy Theory/Komplo Teorisi”, tuhaf bir tesadüf eseri 1999 depremini önceden haber vermişti adeta. Filmde Gibson’ın canlandırdığı, kafayı komplo teorileriyle bozmuş taksicinin kuşkuları gerçeğe dönüşüyor ve ABD Başkanı’nın ziyareti sırasında Türkiye’de 7,3 büyüklüğünde deprem meydana geliyordu. Filmin kahramanı, bu depremin doğal olmayan bir şekilde oluşturulduğunu iddia etmekteydi. Bu iddiayı desteklercesine, 2010’da Ahmet Mete Işıkara, 17 Ağustos Marmara Depremi sonrasında dönemin başbakanı Bülent Ecevit'in depremde İsrail ve ABD etkisi olup olmadığını araştırttığını, konuyla ilgili olarak kendisini aradığını açıklamıştı.
 
DEPREMİ İŞLEYEN İLK YAPIM: O ŞİMDİ ASKER

17 Ağustos’u dolaylı da olsa ele alan ilk yapım olarak, 2002 tarihli “O Şimdi Asker”i söyleyebiliriz. Mustafa Altıoklar’ın yönettiği, senaryosunu Levent Kazak’ın yazdığı film, 17 Ağustos sonrası devlet bütçesini toparlamak için çıkarılan bedelli askerlik sürecine odaklanır. Bedelli askerlik yapanlar farklı çevrelerden gelmiş, birbirleriyle pek de ortak özellikleri olmayan insanlardır. Depremi simgeleyen yegane kişi, Mehmet Günsur’un canlandırdığı Nihat’tır. Depremde tüm ailesini kaybeden ve psikolojik sorunlarla boğuşan Nihat nezdinde deprem mağdurlarının trajedileri sadece bir yan öykücük olarak yer alır senaryoda. Zira hikaye dönüp dolaşıp Kardak Krizi’ne bağlanacaktır. 
 
YAZI TURA: Uğur Yücel, sinemadaki ilk yönetmenlik tecrübesinde 17 Ağustos depremine değinir. Ancak yine hikayenin merkezinde değil, yan öyküdür deprem gerçeği... 2004 tarihli “Yazı Tura” terör sorununa odaklanır ve ayrımcılığın, ötekileştirmenin, önyargıların insan hayatını nasıl kararttığına dikkat çeker. Kenan İmirzalıoğlu’nun canlandırdığı Hayalet Cevher, 17 Ağustos’taki depremde amcasını kaybeder, büfesi yıkılır ve babasını enkaz altından kendisi çıkartır. Ancak onun hikayesinde deprem psikolojisinden çok, Cevher’in Rumlar’a duyduğu tepki önplana çıkmaktadır.   
 
BEYAZ MELEK: Mahsun Kırmızıgül de ilk sinema filmi olan, 2007 tarihli “Beyaz Melek”te Marmara Depremi’ne değinmeden geçmez. Memleket meselelerini harmanladığı filminde deprem gerçeği, Erol Demiröz’ün canlandırdığı karakterle yer bulur kendine. Tüm ailesini depremde kaybettiği için hiç konuşmayan yaşlı adamın mezarlıkta geçen sahnesi, izleyicinin filmde en çok hüzünlendiği bölümlerden biridir. Ancak bu filmde de deprem gerçeği, yaşlılık sorunları arasında yok olup gider. 
 
DEPREMİ KONU EDEN İLK FİLM: MELEKLER VE KUMARBAZLAR
 
 Ertekin Akpınar’ın ilk uzun metrajı olan “Melekler ve Kumarbazlar”, depremin 10. yıldönümünde vizyona girer. Cem Davran, Bülent Şakrak ve Hakan Gerçek ve Nail Kırmızıgül’ün rol aldığı film, doğrudan Marmara Depremi’ni konu alması açısından dikkat çeken bir dramdır. Depremden sonra Adapazarı’nda dört yakın arkadaşın yaşadığı travmaları, geleceğe dair umutlarını, mutluluk arayışlarını, hayata tutunma çabalarını anlatan film, yönetmeninin deyimiyle “sert bir taşra filmi”dir. “Melekler ve Kumarbazlar” hep yan öylülerde dramatize edilmiş deprem mağduriyetini, ajite etmeden perdeye yansıtmayı başaran bir yapım olur.
 
BAŞLADI AMA BİTEMEDİ
Depremin 10. yıldönümünde vizyona girmesi planlanan bir film daha vardır; “Her Şeyin Bittiği Yerden”. Hayata geçseydi muhtemelen ibretlik bir deprem filmi olacaktı. Çünkü filmin kaynağı; 17 Ağustos depreminde 27 saat göçük altında kalan, öldüğü sanılarak ceset torbasına konan Sami Dündar’ın yaşadıklarını anlattığı, Her Şeyin Bittiği Yerden adlı kitaptır. Kitabın sinemaya uyarlanması için Ezel Akay ile anlaşılır. Filmde Okan Bayülgen, Işın Karaca ve Meltem Cumbul rol alacaktır. Kocaeli Büyükşehir Belediyesi, 600 dönümlük İzmit Seka arazisinin çekimler için kullanılmasına izin verir. Burada büyük bir plato kurulur ve çekimlere 17 Ağustos 2008’de başlanır. Ancak yapımcı firmanın maddi sorunları neden gösterip çekimleri yarıda bırakmasıyla bu proje hayat bulamaz.
 
DEPREM KÂBUSUNU EN İYİ ANLATAN FİLM: KÜÇÜK KIYAMET

Deprem bölgesi olan Bursa’da doğup büyüyen Yağmur ve Durul Taylan kardeşler, 2006’da vizyona giren filmleri “Küçük Kıyamet”te 17 Ağustos’un hem mikro hem de makro fotoğrafını çeker. “Küçük Kıyamet”, ölüm korkusunun üzerine giden ve seyirciyi depremle yüzleştiren, çok katmanlı bir senaryoya sahiptir. Bir yandan üst-orta sınıfın taşra ile ayrıksılığını gösterir, bir yandan anne fedakarlığını hissettirir, bir yandan da 17 Ağustos nezdinde İstanbul’u bekleyen muhtemel depremin yaratacağı travmayı gözler önüne serer. Efekt konusunda hem temkinli hem de çok başarılıdır film. Sahildeki tsunami sahnesi ve deprem sonrası İstanbul görüntüsü, sinemamız açısından hâlâ aşılamamış etkileyiciliktedir. Hikayenin merkezindeki aile üzerinden hiçbir şekilde deprem korkusunu ajite etmez; yaşananları insanoğlunun genel acizliğine paralel olarak anlatır.           
 
YENİ DEPREM FİLMLERİ ÇEKİLECEK Mİ?

Depremi konu alan bir filmde genel olarak seyircinin beklentisi, deprem anını perdede tüm felaketiyle görmek ve bunu inandırıcı şekilde izlemekten yana. Seyircinin kurmaca ya da başka ülkelerde yaşanmış felaketleri izlemesi ile kendi ülkesinde olmuş bir felaketin perdedeki yansımasını izlemesi, farklı tepkilere ve beklentilere neden olurken, sinemacılar için de başka sorumlulukları ve riskleri doğuruyor.
 
MALİYET VE GİŞE ENDİŞESİ
 
Öncelikle büyük pordüksiyonlu bir felaket filmi için maddi imkanlar ve yüksek teknolojik altyapı gerekiyor. Daha az maliyetle (örneğin komedilerle) seyirciyi salonlara çekmeyi tercih eden yapımcılar için deprem filmi yapmak, gişe gelirleri ile giderleri karşılayamama riskini beraberinde getiriyor. Taylan Biraderler’in ilk sinema yönetmenliği olan, gençlik-korku filmi “Okul”u 836 bin kişi izlerken “Küçük Kıyamet’in 383.749 kişi tarafından izlenmesi; “Melekler ve Kumarbazlar”ın ise sadece 22.966 gişeyi bulması, deprem filmlerine yönelik gişe kaygılarını haklı çıkarır nitelikte veriler.
 
Teknolojiyi bir kenara bırakıp, bu topraklarda yaşanmış bir depremin salt psikolojik boyutunu ve dramatik yansımalarını ele almak için ajitasyondan, sömürüden uzak bir senaryo gerekiyor. Sadece güldürmek ya da salt ağlatmak üzerine odaklanan, gişe garantili senaryoların revaçta olduğu düşünüldüğünde, Taylan Biraderler’in inceliğine, duyarlılığına sahip senaryoların yazılması, yazılsa dahi çekim şansı bulabilmesi kolay görünmüyor. Yine de minimal sinema örneği olarak, ilerleyen zamanlarda karşımıza böyle yapımların çıkma ihtimali var. İstanbul’un fethinin filminin bile birkaç sene önce yapıldığı düşünüldüğünde, gişe kaygılarının bir kenara bırakılıp, 17 Ağustos’un tam teşekküllü, büyük bir prodüksiyonda perdeye gelmesi ise hayli zaman alabilir.   
 
DEPREM TRAJEDİSİNİN DİZİ SEKTÖRÜNE YANSIMALARI
 
Açıkçası diziler, 17 Ağustos depremini ele alma çabasında, sinema filmlerinden daha geride kaldı. Depremi konu edinen dizi olarak “Genco” geliyor akıllara. Gençlik dizisi olan Genco, 2007-2008 yılları arasında Kanal D'de 51 bölüm yayınlanmıştı. Kemal Uzun'un yönettiği dizi, depremden sağ kurtulan iki kardeşin değişen hayatlarını anlatıyordu. ‘Çalıntı’ iddilarından bu dizi de etkilenmiş; 17 Ağustos 1999, 03:02 adlı kitabın yazarı, deprem mağduru Çağdaş Koç, Genco’nun kendi senaryosu olduğunu söylemişti. Dizinin senaristi Hakan Haksun ise bu iddiaları reddetmişti.
 
DİZİLER DEPREMİ NEDEN GÖRMEDİ?
 
Dizi sektörünün 17 Ağustos’a dair bugüne kadar pek fazla söz söylemeyişini, teknolojik maliyetlerden çok (pek çok dizi, sinema filmlerinden daha profesyonelce çekiliyor günümüzde),  dizilerin iç dinamiklerine bağlamak mümkün. Zira depremin meydana geldiği 1999’da ve ardından 2001’de Türkiye’de ekonomik krizler yaşanmıştı. Kriz zamanlarında genel olarak içine kapanan seyircinin eğilimi, beyazcamda kendi yaşadığı acı gerçeğin yansımasını görmek ve korkularıyla yüzleşmek değil, kafasını dağıtacak ve sıkıntılarını unutturacak ‘hafif’ yapımları izlemekten yana oldu. Bu süreçte yarışma programları ve  “Çocuklar Duymasın” gibi komedi ağırlıklı diziler popülerleşti.
 
Aradan geçen zaman zarfında ve ekonomik krizlerin etkisinin hafifleştiği dönemlerde 17 Ağustos’un neden ele alınmadığı sorusunun cevabı ise; dizi senaryolarının hep belli akımları takip etmesinde yatıyor. Tarihi diziler ya da mahalle dizileri revaçta ise, bu modaya uygun yapımlar arka arkaya sıralanıyor televizyonlarda. Farklı bir kulvarda yürüme çabası, risk olarak değerlendiriliyor. Hele ki konu deprem gerçeği ise ekstra çaba, özen gerekiyor ki bunun maddi karşılığını alma garantisi (rating, reklam gelirleri vs.) bulamayan yapımcılar, böylesi sorumluluk isteyen bir projenin altına girme konusunda tereddüt yaşıyor.
 
BELGESELLER, DEPREMZEDENİN SESİNİ DUYMADI
 
Depremin her yıldönümünde televizyonda özel programlar ve anma etkinlikleri yayınlanıyor. Özellikle haber kanallarında arşiv görüntülerle, 17 Ağustos’ta yaşananlar kısaca ekranlara geliyor. 17 Ağustos hakkında ‘tam teşekküllü’ belgesel olarak Can Dündar imzalı yapım, emsal gösterilebilir. “O Gün” adlı belgesel serisinin bölümlerinden biri olan, 45 dakikalık Deprem, 17 Ağustos’un 3. yılında CNN Türk ekranlarında yayınlanmıştı. Belgesel, yabancı ve yerli kurtarma ekiplerinin anıları eşliğinde, depreme dair arşiv görüntülerden oluşuyordu.  Aradan bunca zaman geçmesine karşın 17 Ağustos üzerine Dündar’ın belgeselinin üzerine bir şeyler ekleyebilen yapımlar izleyemedik. Oysa ortada izi sürülecek nice gerçek var. Örneğin onca ölümün sorumlusu olarak çok az kişi suçlanmış, içlerinden sadece Veli Göçer hapse girmiş, o da depremin 12’nci yıldönümüne kısa süre kala tahliye olmuştu. Deprem gerçeği gösterdi ki, Michael Moore bakışı getiren belgeselcilere ihtiyacımız gün geçtikçe artmakta.
 
FELAKET DEYİNCE HOLLYWOOD
 
Sinema endüstrisinin kalbinin attığı Hollywood, hem kendi tarihindeki kırılma noktalarını hem de dünya çapındaki felaketleri perdeye taşımadaki üretkenliğini kimselere bırakmıyor. Devamlı güncellediği teknolojisini ve arttırdığı maddi gücünü arkasına alan Amerikan sineması, bu alanda istediği gibi at koşturma lüksüne sahip. Yakın dönemde Amerikan tarihi için bir dönüm noktası olan 11 Eylül saldırılarının sinemadaki sonuçlarını hatırlayalım örneğin... Her şey bir anda mütecaviz Amerikan politikasının mazlumlaştırılmasına, kutsanmasına ve kahramanlaştırılmasına bahane olarak kullanılmıştı. Oliver Stone “World Trade Center/Dünya Ticaret Merkezi”nde itfaiyecileri kutsadı; Paul Greengrass “United 93/Uçuş 93”te ısmarlama bir kahramanlık destanı çekti; Kathryn Bigelow ise adeta bir hükümet neferi gibi çalışarak, Usama Bin Ladin’i yaratanın ABD olduğunu yok sayıp, adeta Amerika’nın Goebbels’liğine soyundu “The Hurt Locker/Ölümcül Tuzak” ve “Zero Dark Thirty”te.
 
Elbette yandaşların karşısında gerçeği eşeleyen, halkı bilinçlendirmeye çalışan sinemacılar da vardı. Sean Penn “11'09''01 - September 11”deki kısa filminde İkiz Kuleler’in yıkılışını bir aydınlanma vakası olarak resmetti. Asıl atak ise belgeselcilerden geldi. Michael Moore “Fahrenheit 9/11”de Bush hükümetinin dış politikasının iki yüzlülüğünü deşifre ederken “Loose Change”, 11 Eylül’ün Amerikan hükümeti tarafindan planlandığı iddiasını, ilginç detaylarla ortaya koydu. 
 
DÜNYADAKİ DOĞAL AFETLERİN SİNEMAYA YANSIMALARI
 
26 Aralık 2004’te Hint Okyanusu’nda meydana gelen 9 büyüklüğündeki deprem ve ardından oluşan tsunami Endonezya, Sri Lanka, Hindistan, Tayland, Maldivler ve Malezya’yı etkilemiş; 240 bine yakın insan ölmüştü. Bu felaketle ilgili yapımlar yine okyanus ötesinden geldi. Clint Eastwood’un yönettiği, 2010 tarihli Amerikan yapımı “Hereafter/Öteki Dünya”da perdeye taşındı bu dehşet dakikaları. Tsunaminin, Cécile de France’ın canlandırdığı Fransız gazeteciyi yutuşu, filmde yaklaşık 5-6 dakikalık bir sahneydi. Ancak hayli etkili ve hayli mütevazı tekniklerle çekilmesine rağmen görsel olarak son derece başarılıydı.

Bu depreme dair şimdilik tek kapsamlı film, ülkemizde 2012 sonunda vizyona giren, İspanyol yapımı “The Impossible/Kıyamet Günü”. Yönetmeni ve senaristi İspanyol olsa da film İngilizce çekilmiş, uluslararası oyunculardan zengin bir kadro oluşturulmuştu. Gerçek hayat hikayesinden yola çıkan film, efektleri ile göz doldursa da özel bir sigorta şirketinin reklamı olarak hafızalarda yer etmekten kurtulamadı.
 
FUKUŞİMA’NIN  FİLMİNİ DE AMERİKA ÇEKTİ    
 
Animasyonlarında çevre sorunlarına, doğanın katledilmesine dikkat çeken Hayao Miyazaki, bu kadarını hayal eder miydi bilinmez ama Japonya'da 11 Mart 2011'de meydana gelen 9 büyüklüğündeki deprem ve ardından oluşan tsunamide yaklaşık 19 bin kişi yaşamını yitirdi. Tüm dünya, tsunamiyi canlı yayınla izledi. Deprem sadece tsunamiyi tetiklemedi, Fukuşima Nükleer Santrali’nde hasar yaratarak sızıntıya sebep oldu. Japon yönetmen Shion Sono, hemen ertesi sene vizyona giren “Kibô no kuni” adlı filminde, iki aileyi baz alarak nükleer felaketin etkilerini sorguladı. Fukuşima ile ilgili en iddialı çalışma, bir Amerikalı’dan geldi. Gönüllü olarak Japonya’ya giden Christopher Noland, Japon hükümetinin Fukuşima krizini yönetmekte nasıl zorlandığını “3.11: Surviving Japan” adlı belgeselde anlattı. 2014 yapımı “Godzilla”nın başlangıç sahnesinde ise Hollywood, alttan alta Fukuşima’daki nükleer felakete gönderme yaptı. Lakin, 11 Mart felaketini tüm dehşetiyle perdeye taşıyan bir Hollywood ya da Japon prodüksiyonu henüz çıkmadı sinemaseverlerin karşısına.

Müjde Işıl-Filmstudio